Hala öylece duruyor ya, ne diyeyim... En azından görünsün, görünmez olmak hiç hoş değil.
Geçen ay, bir iş için
erkenden dışarı çıkmıştım. Her şey uyku sakinliğindeydi. Bam! Bir silah
patlaması duydum. Basit değil mi? Al sana hikâye. Bir adam dışarı çıktı.
Uykuluydu. Ve bam! Gözleri açıldı. İyi hikâye. Basit, basit! Bir patlama,
çeliğin içinden, 7.65 ya da 9 milimetre… Milimetre diyorum, işte bu kadar küçük
bir demir parçası bile hayatı çalkalamaya yetiyor.
Benim ev Kartal’da, sahil
yoluna yakın, her nasılsa hâlâ büyük arsalar var orada. Silah patlaması bu
arsaların birinden yükseldi. Okul saatiydi. Yanımdan geçen bir grup kız öğrenci
de yolun ortasında durmuş benim gibi sese bakıyordu. Sese bakmak. Garip değil
mi? Ama inanın, biraz gayret sarf ederseniz onları görebilirsiniz. Deneyin. Şimdi
kendinizi bırakın ve o sesi görün!
Bam!..
Duman.
Çekirdek fırlıyor.
Hava kırılıyor.
Parça parça.
Çekirdek.
mmmmm!..
Dağılan parçalar.
Etraftaki her şeye çarpıyorlar.
Sekiyor, içinden
geçiyorlar.
Bak şunlara, bak!
mmmmm!
Kuşatıyorlar...
Ses beni sardığında
etrafımı izledim. Kadının biri arka koltuğa oturttuğu çocuğunun emniyet kemerini bağlamaya çalışırken arsaya
doğru bakıyordu. Bir kedi koşturarak karşıdaki apartmanın bahçesine attı
kendini. Bir martı sürüsü ciyaklayarak üstümüzden geçti. Kızlarsa donup
kalmıştı.
Felaket için uygun bir
resim ha!..
Bir insan devrilir arsaya
ve hayat bir anlığına çalkalanır.
İyi, çok iyi... Herkes
aynı yere bakıyordu. Omzunun üstüne devrilmiş bir adam! Genç kızlardan biri
heyecanla diğerlerine “Hadi gidip yakından bakalım,” deyince hep birlikte gülüşerek
yürümeye başladılar. Lunaparka gider gibi. Şirin şeyler! Adamın yanına varana
kadar onları takip ettim. O ana dek gülüp eğlenen heyecanlı kızımız, şu girişken
olanı, adamın dışarı dökülmüş beynini
görünce ağlamaya başladı. Belki de daha şimdiden pembe etin üzerine çıkmış
karıncaları gördüğü içindi bu. Bilmiyorum. Benim için önemli olan karıncalardı
tabii. Hayatın durmadan işleyen çelik sertliğinde bir makine oluşuydu
düşündüğüm. Ne gelen önemliydi ne de giden. Önemli olan işlemekti. Zamanın
yanında kusursuz bir makine daha! Eşsiz zekâ! Biliyor musunuz, bu da onun için…
Tıpkı diğerleri gibi. Zaman… Zekâ… İşleyecek… Kimse anlamayacak olsa da…
Neyse, ben etrafımı
incelerken kız ağlıyordu. Ama ne ağlama. İçini çekiyor, her seferinde soluksuz
kalıyor, gözleri şişmeye başlamış, kıpkırmızı, sendeliyor, arkadaşları koluna
giriyor… Anlıyorsunuz ya, Ekrem Bey, kız istediğini almıştı aslında. Oraya
gülerek giderken başına gelecekleri, ruh dünyasının paramparça olacağını
biliyordu. Bunu istemişti!
Bizler sevinçlerini değil acılarını paylaşan varlıklarız
ve ve ve paylaşacak bir şeylere ihtiyacımız var! Basit. Biliyor musunuz,
acıları kimse kıskanmıyor ve bu sebeple acı çeken bir insanın yanında samimi
insanlar bulmak zor olmuyor. Ama gelin bu
tipleri sevinçli bir insanın yanında görün… Neyse, defalarca söylenmiş
şeyleri tekrara gerek yok, kızımıza dönecek olursak; artık kendisinin günler
boyunca anlatacağı bir acısı vardı. Ne güzel değil mi? Geceleri uyuyamayacak, uyusa
da kan ter içinde uyanacak, bağıracak hatta kusacak falan. Anlatacak, ailesi,
arkadaşları onun bu kötü anıyı unutması için uğraşacaklar… Anlatabildim mi? Acı,
çeker insanları…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder