5 Eylül 2015 Cumartesi

DOĞRU ÖNSÖZ - MEHMET KAPLAN

         Prof.Dr.Mehmet KAPLAN tarafından yazılıp  Dergah Yayınları tarafından 1979 yılında ilk basımı gerçekleşen "Hikaye Tahlilleri" yapılan işin metodunu göstermesi bakımından eleştirmecileri geçtim irdelemeyi seven okuyucular için bile çok önemli bir eser.

           Ama kitabı konu alışımın sebebi bu değil. Girişinde çok kıymetli bir önsöz olması... Kıymeti de; ilk basım yılı olan 1979 yılından bu yana hikaye eleştirmeciliği -ki şimdilik buna eser eleştirmeciliği demeyi tercih ederim -üzerine pek fazla yol alamadığımızın kanıtı, hatta  medeniyet, yazı ve söz'e kaynaklık etmiş Anadolu'dan neden dünya çapında yazarlar çıkmıyor sorusunun cevabı oluşu.

          "Çeşitli katlardan, karmaşık unsurlardan oluşan edebi bir eseri ilk okuyuşta anlamak ve ayrıntılarıyla görmek imkansızdır. İlk okuyuş bize bütün hakkında bir bilgi verir. Buna göre hüküm vermek bizi yanıltabilir. İkinci okuyuşta eserin yapısını sezer, ayrıntıları ancak üçüncü okuyuşta fark edebiliriz. Edebi bir eser ne kadar çok okunursa o kadar iyi anlaşılır. Bu sabrı ancak edebiyat araştırmacıları ve edebiyat aşıkları gösterebilirler." M.K.

          Pek çok yazarın, yazar olmaya çalışan insanın yaşadığı sorunların başında anlaşılamamak geliyor.  Çünkü karşılarında kendilerini anlayacak kimse  yok. Çoğu insanın ağzından dökülen bu sözcükler artık öylesine kanıksanmıştır ki kimilerine göre -Kaf Dağı'nın ötesinde yaşar bunlar- bir hezeyandır. Ama iyi yazabilen de kötü yazan da bu konuda fazlasıyla haklı.  Eserleriniz hakkında "Beğenmedim ya da çok beğendim ama nedenini bilmiyorum, his işte," gibi cevaplar henüz eleştiri noktasında bir otoriteye sahip olmadığımız anlamına gelir ve bu boşluk yazarlar için bir hoşnutsuzluk kaynağıdır.  Eserinizi kaleme aldıktan sonra sizi dinleyecek, anlamaya çalışacak eleştirmeciyi boş verin; eserinizi gönderdiğiniz yayınevlerinden  size gelen cevap bile genellikle yayınlanır-yayınlanamaz olacaktır. O halde soru şu: Esere olan saygı nerede? Şunun için yayınlanmaz -çok eser geliyor yetişemiyoruz yalanını da geçelim- diyerek fikir beyan etmek bile zor geliyor insanlara... Peki ya 'büyükler', onların çevresel faktörleri... Konuya her nasıl ve neresinden  bakarsanız bakın,  bu durum yazarların, yayınevlerinin -ki bu tam bir intihardır- de var oluş amaçlarına, yani edebi sanata karşı ne kadar saygısızca davrandığının kanıtıdır. Bu sebeple -iç çekişmeleri, ayak kaydırmaları, politik yaklaşımları, siyasal ideolojilerin uydusu olmayı saymıyorum bile- dünya çapında bir Türk edebiyatından bahsetmek mümkün değil.

          Neticede  otorite olabilecek iyi eleştirmeci -başka bir işle uğraşmayan, işi sadece eleştirmek olan ve yazardan çok esere saygı gösterebilecek- bulmak, yetiştirmek zorundayız. Yani Dostoyevski'den bahsederken Vissarion Belinsky ve onun hem İnsancıklar hem de Öteki üzerine yaptığı yorumları hatırlayabilmeliyiz...

          Belki  eleştirmecilik gibi bir müessesenin -yayınevleri dahil- oluşamamasının temelinde toplum olarak eleştirilmekten hoşlanmıyor ve sanata değer vermiyor oluşumuz geliyordur. Buna itiraz mı ediyorsunuz? Tamam o halde. Belki de işin özü;  gerçekçilikten uzak, duygusal, saygısız ve şekilci  -bir ortamda ne söylediğin değil, onu nasıl söylediğin önemliyse; gelişim adına yapacak bir şey yok demektir.- bir toplum oluşumuzdur. Bilemiyorum.
 
          "Avrupa da metin tahlili son derece gelişmiş, metin tahlili metodu ile ilgili teori kitaplarının yanı sıra, edebi eserleri çeşitli bakış açılarından inceleyen yüzlerce kitap yayınlanmıştır. Denilebilir ki bu araştırmalar sayesinde onların yazarları, dünya çapında şöhrete ulaşmışlardır. "  M.K

         Bütün yazının kilit noktası burası. Demek ki bu hikaye yorum yapmadan burada bitmeli.

4 Eylül 2015 Cuma

NİNDA.TU

Hala öylece duruyor ya, ne diyeyim... En azından görünsün, görünmez olmak hiç hoş değil. 

Geçen ay, bir iş için erkenden dışarı çıkmıştım. Her şey uyku sakinliğindeydi. Bam! Bir silah patlaması duydum. Basit değil mi? Al sana hikâye. Bir adam dışarı çıktı. Uykuluydu. Ve bam! Gözleri açıldı. İyi hikâye. Basit, basit! Bir patlama, çeliğin içinden, 7.65 ya da 9 milimetre… Milimetre diyorum, işte bu kadar küçük bir demir parçası bile hayatı çalkalamaya yetiyor.

Benim ev Kartal’da, sahil yoluna yakın, her nasılsa hâlâ büyük arsalar var orada. Silah patlaması bu arsaların birinden yükseldi. Okul saatiydi. Yanımdan geçen bir grup kız öğrenci de yolun ortasında durmuş benim gibi sese bakıyordu. Sese bakmak. Garip değil mi? Ama inanın, biraz gayret sarf ederseniz onları görebilirsiniz. Deneyin. Şimdi kendinizi bırakın ve o sesi görün!

Bam!..
Duman.
Çekirdek fırlıyor.
Hava kırılıyor.
Parça parça.
Çekirdek.
mmmmm!..
Dağılan parçalar.
Etraftaki her şeye çarpıyorlar.
Sekiyor, içinden geçiyorlar.
Bak şunlara, bak!
mmmmm!
Kuşatıyorlar...

Ses beni sardığında etrafımı izledim. Kadının biri arka koltuğa oturttuğu çocuğunun  emniyet kemerini bağlamaya çalışırken arsaya doğru bakıyordu. Bir kedi koşturarak karşıdaki apartmanın bahçesine attı kendini. Bir martı sürüsü ciyaklayarak üstümüzden geçti. Kızlarsa donup kalmıştı.

Felaket için uygun bir resim ha!..

Bir insan devrilir arsaya ve hayat bir anlığına çalkalanır.

İyi, çok iyi... Herkes aynı yere bakıyordu. Omzunun üstüne devrilmiş bir adam! Genç kızlardan biri heyecanla diğerlerine “Hadi gidip yakından bakalım,” deyince hep birlikte gülüşerek yürümeye başladılar. Lunaparka gider gibi. Şirin şeyler! Adamın yanına varana kadar onları takip ettim. O ana dek gülüp eğlenen heyecanlı kızımız, şu girişken olanı,  adamın dışarı dökülmüş beynini görünce ağlamaya başladı. Belki de daha şimdiden pembe etin üzerine çıkmış karıncaları gördüğü içindi bu. Bilmiyorum. Benim için önemli olan karıncalardı tabii. Hayatın durmadan işleyen çelik sertliğinde bir makine oluşuydu düşündüğüm. Ne gelen önemliydi ne de giden. Önemli olan işlemekti. Zamanın yanında kusursuz bir makine daha! Eşsiz zekâ! Biliyor musunuz, bu da onun için… Tıpkı diğerleri gibi. Zaman… Zekâ… İşleyecek… Kimse anlamayacak olsa da…

Neyse, ben etrafımı incelerken kız ağlıyordu. Ama ne ağlama. İçini çekiyor, her seferinde soluksuz kalıyor, gözleri şişmeye başlamış, kıpkırmızı, sendeliyor, arkadaşları koluna giriyor… Anlıyorsunuz ya, Ekrem Bey, kız istediğini almıştı aslında. Oraya gülerek giderken başına gelecekleri, ruh dünyasının paramparça olacağını biliyordu. Bunu istemişti!


 Bizler sevinçlerini değil acılarını paylaşan varlıklarız ve ve ve paylaşacak bir şeylere ihtiyacımız var! Basit. Biliyor musunuz, acıları kimse kıskanmıyor ve bu sebeple acı çeken bir insanın yanında samimi insanlar bulmak zor olmuyor. Ama gelin bu  tipleri sevinçli bir insanın yanında görün… Neyse, defalarca söylenmiş şeyleri tekrara gerek yok, kızımıza dönecek olursak; artık kendisinin günler boyunca anlatacağı bir acısı vardı. Ne güzel değil mi? Geceleri uyuyamayacak, uyusa da kan ter içinde uyanacak, bağıracak hatta kusacak falan. Anlatacak, ailesi, arkadaşları onun bu kötü anıyı unutması için uğraşacaklar… Anlatabildim mi? Acı, çeker insanları…”